Ah! Anam!
Ay! Aman!
Eşk-i Müjgân
“Anneeeeeeeee! Anneciğim!” diye feryat etti… Belli belirsiz bir şeyler sayıkladı neden sonra… Ateşi çıkmıştı bilmem kaça… Alnında biriken terler gözyaşlarına karıştı, çukurda kalan gözlerinin mavisinde kim bilir ne fırtınalar kopuyordu şu anda… Ertesi sabah uyandığında bir gece önce endişeyle başında bekleyen kızı Müjgân merak içinde sordu annesine:
— Dün gece annenizi sayıkladınız rüyanızda… Anlaşılmaz bir şeyler de mırıldandınız… “Annemi denize atmayın,” gibisinden… Neydi tüm bunlar allah aşkınıza?
— Dün gece annenizi sayıkladınız rüyanızda… Anlaşılmaz bir şeyler de mırıldandınız… “Annemi denize atmayın,” gibisinden… Neydi tüm bunlar allah aşkınıza?
***
Balkan Harbi’nden (1912-1913) kaçanlar o son gemideydi… Mısır Hıdivi Abbas Hilmi Paşa kendi özel yatı Mahrussa’yı hastahane gemisi olarak döşeyerek harp kurbanlarına tıbbi ekipman ve personelden başka erzak da göndermişti. Mısır Hanedan Ailesi'nin diğer üyeleri de bu yardıma katılmışlardı. Prenses İffet Hanım, eşi Ali Celâl Paşa’yla birlikte bu gemiyle Kavala’ya gitmişti. Oradaki mültecileri kurtarmak amacındaydılar. İşgal altındaki Kavala’ya vardıkları zaman zulümden kurtulabilenleri bir okula sığınmış halde bulmuşlardı. Okulu, camiyi ve ihtiyarlar yurdunu da vaktiyle Kavalalı Mehmed Ali Paşa yaptırmıştı. Uzun, güç ve sıkıcı konuşmalardan sonra Ali Celâl Paşa, nihayet Türkleri kurtarmak için gerekli izni almıştı. Gemide sınırlı yer olduğu için İzmir ve Çanakkale’ye birkaç sefer yapmayı düşünmüşlerdi ancak ilk seferin dönüşünde Kavala’da hiçkimseyi bulamadılar! Yalnız uzaklardaki dağlara Türklerin götürüldüğünü görmüşlerdi. Saklanan birkaç Türk yanlarına gelerek Mahrussa’nın Kavala’dan ayrıldığı sırada Türklerin sığındığı binaya saldırı düzenlendiğini, insanların öldürüldüğünü, kalanların ise dağlara götürüldüğünü söylemişlerdi. Ardından gelen bir Fransız gemisinin kaptanı birkaç zabitle Mahrussa yatını ziyaret etmişti. Ziyaret esnasında yatta olan muhacirlerden, burnu, kulakları ve dudakları kesilmiş küçük bir çocuk zabitleri görebilmek için yanlarına yanaşmış; genç bir subay çocuğun bu halini görünce düşüp bayılmıştı. Ali Celâl Paşa ile Prenses İffet Hanım, Avrupa’da yüksek mevkilerde olan tüm tanıdıklarına bir hâl çaresi bulmak umuduyla yazmışlar ancak Kavala’da geriye kalan Türkleri kurtarabilmek için hiçbir sonuç alamamışlardı.
Henüz 3 yaşındaki Emine olasılıkla yaralı annesiyle birlikte Mahrussa yatıyla Çanakkale’ye doğru yola çıkanlar arasındaydı ammavelakin sımsıkı sarıldığı ana kucağı aniden çözülüvermiş ve … biricik annesi o andan itibaren deniz kızlarının arasına karışıvermişti… Peki ya babası? Şehit mi olmuştu? Kavala’da kalanlarla birlikte dağa mı götürülmüştü? Bilemiyoruz!
Çanakkale’ye vardıklarında Seddülbahirli tüccar bir aile evlat edindi Emine’yi… Fatma ile Mustafa... Hayatta en çok babasını sevdi. Öyle ya annesi dalgalar arasındaydı… Kimi zaman sahile iner öylece saatlerce denize bakardı. Biliyordu annesi bir gün gelip onu mutlaka yanına alacaktı… Deli Mehmet’ti kuzeninin adı… Her ne yapmaya kalkıştıysa her defasında Emine’den yediği taşlarla yarılırdı başı da!
11 yaşındayım herhalde ya da 10 çünkü küçük gittim okula, ilkokul mezunu olmuş olmalıyım. Benim arkadaşımın babası efendim İstanbul’a tayin olmuş. Ben bunu duyunca ne kadar özlemişim annemi babamı, ağlamaya başladım: “Ben de gideceğim, ben de,” Çanakkale’deyim yani büyük dayımın, Deli Mehmet’in yanında, büyük dayım onun babası. “Ben de gideceğim, ben de gideceğim,” [Evimiz Seddülbahir Kalesi’nin yanında set üstünde, önü uçurum… Divan’da oturuyorum, bir gemi geçiyor pencerenin önünden… Birdenbire ev bir gemiymiş de İstanbul’a gidiyormuşum hissine kapılıyorum!] Şimdi ordan kurtardım kendimi, bak gidiyorlar, beni götürüyorlar, vapurla beraber İstanbul’a kadar gidiyorum!
Tam geldik Çanakkale’ye —rıhtımı düşün, araba vapurlarının gelip gittiği yer şimdi, oraya— geldik, bir telefon geldi, bu adamın meğersem İzmir’e çıkmış tayini, bu emniyetten birisi, benim babamın arkadaşıydı yani. Bu Gönül’ün babası İzmir’e tayin olmuş, İstanbul’a değil. Şimdi gemi hareket etmiş ve ortada yani gidiyor artık. Ben ordan bir çığlık kopardım: “Benim annem babam gemide, ben burda kaldım.” Polis ordan düdüğü çaldı; gemiyle ordan kaptan düdüğü çaldı. Ordan bir tane sandal çıktı vallahi ve billahi, geldi böyle... On yaşındaydım, ben dehşettim dehşet! Sandal o dalgaların arasında geldi rıhtıma, tabii ordan binmek de zor, iki kişi beni tuttu, ben incecik bir şeydim, beni getirdiler sandalın içine koydular, burdakilerin ağzı açık kaldı, sandal aldı beni, şimdi korkunç olan ne biliyor musun, gemi merdiven gönderiyor aşağıya, “Ey büyük Allahım ben bu merdivenden nasıl çıkarım,” neyse bütün gayretlerle beni bu merdivenden yukarıya çıkarttılar, neyse çıktım yukarıya. Ben kibarcana şöyle gittim bir yere oturdum. Böyle bir ailenin yanını gözledim, onların yanına, kaptan şimdi benim peşimden bakacak değil ya! Gittim onların yanına oturdum ama bende çıt yok. Onlarla oturuyorum, oturuyorum, oturuyorum ondan sonra artık bunlar dayanamadılar, böyle bir incecicik bir şey, ufacıcık bir çocuk, boy kısa, zayıf, en sonunda bir tanesi dedi ki: “Sizin... yalnız mı,” öyle birşey söyledi bana. Yok dedim, yer yoktu, annem babam geminin öbür tarafında oturuyorlar, sonra baktım pabuç pahalandı, bunlar iyice sormaya başladılar bana. Ben ordan kalktım, gittim başka bir yere bu sefer de burda oturdum, gene bir aile seçtim onların yanında oturdum. Şimdi orada ama artık bu arada da bu kadar hiç kalmadım ben yerimden o arada gemi İstanbul’a yaklaştı. Şimdi orda yanımdaki adam dedi ki: “Kızım seni annen baban gelip alacak mı?” dedi. Nasıl oldu bilmiyorum, benim yanlız olduğumu anladı. Ondan sonra “Ben de,” dedi “orda bir çocuk oturuyor; oğlumla seyahat ediyorum,” dedi. “Seni annene babana teslim edeyim,” dedi. Ben artık başka hiçbir çare yok, “tabii olur,” dedim; “anne baba nerde!” yaklaştık. Rıhtıma geldiğinde bu gemi şimdi önden koşanlar vardır önce ineyim diye, o şeyleri attılar, adam benim elimi tutuyor; bir taraftan da çocuğunun, bir kalabalık oldu şöyle ben adamın elinden hart diye fırladım ordan atladım şeyden şimdi Sirkeci var ya Sirkeci’ye yakınız vapur orda duruyor, garın önüne koştum. Kurtuluş–Sirkeci tramvayına atladım. Eskiden İstanbul’da adam mı vardı, bir vatman, bir biletçi bir de ben. Son tramvay. Benim şuramda bir ip, ipin ucunda bir torba, elimi sokuyorum içeriye ordan para çıkarıyorum veriyorum biletçiye, o alıyor bilet. Ondan sonra birden de korkuya saplandım, şimdi bakıyorum bu tramvayda bir vatman, bir biletçi, bir de ben. Ben her zaman gelirim, Kurtuluş’ta esas duraktan sonra tramvayın şöyle bir dönmesi, yerde aşınmış tahtalar var, onların üzerine kadar gider vatman ordan bu tarafa gider. Şimdi ben ordan birdenbire bana hiçbirşey söylemesinler, bana hiçbirşey sormasınlar diye, Kurtuluş son durak kilisenin olduğu yer. Gece saat 11:30 şimdi tabii ki bu durumda. Ordan bak nereye kadar şimdi, burdan [Doğan Apartmanı] kule değil ama [eski] Evlendirme Dairesi’ni geç, şimdi yollar aynı değil yollar bomboş hiç kimse yok. Ben aynı şekilde yine köpekten korkuyorum tabii ki. Şimdi ayağımda lastik ayakkabılar, bir koşuyorum ama ben uçuyorum. Dar sokak diye bir bizim evin oraya baktığında, sokak yok zannederdin ama dar bir sokak orası çıkmaz değil yani. Ordan koştum, bizim evin kapısı tak taklı, ordan koştum tak tak tak! Kapıyı çalıyorum Direkçibaşı Sokağı’nda ama kalbim atıyor; ikide bir arkama bakıyorum kimse var mı arkamda diye. Ondan sonra çaldım kapıyı. Kapıyı çaldım kimse yok, bir daha çalıyorum, bizimkilerin böyle bir huyu var akşamları komşuya gidiyorlar, radyo bir o komşuda var o zaman kimsede yok başka. Herhalde bunlar komşuya gitmişlerdir diye bu sefer ben ordan tekrar —Muharrem’in ordan [Narmanlı Han] daha uzak bir yer var işte Tünel kadar ama sokak aralarından— yine oraya koştum bir de onların kapısını çaldım. Balkondan çıktı Firdevs Hanım, “Kim o?”, işte “Müjgân”, “Aaa geldin mi?” , “Annemler burda mı?”, “Yok!”. Hadii geri ben yine ordan koş koş koş eve gel şimdi kapıyı daha büyük bir kuvvetle çalıyorum artık. Annem bir kapıyı açtı: “Sen nerden çıktın?”. “Ee,” dedim: “geldim anne artık, Gönüller tayinleri çıktı beni İstanbul’a kadar getirdiler; geldim ondan sonra kapıyı çaldık çıkmadınız Firdevs Hanımlar’da da yoktunuz…”
[devam edecek...]
Emine Çiğdem Tugay
)O(
TÜM YAYIN HAKLARI SAKLIDIR!
http://www.esk-i-mujgan.blogspot.com adresli bu sayfada yayımlanan yazı ve resimlerin tüm hakları saklıdır; tamamı ya da bir bölümü yayıncı ve yazarından izin alınmadan, fotokopi dahil, optik, elektronik ya da mekanik herhangi bir yolla kopyalanamaz, çoğaltılamaz, basılamaz, yayımlanamaz.